HADİ!              


Yıllarca yollardan konuştuk. Biraz da bunun için gerekli olan cesaretten konuşalım mı? Kafama çarpacak kadar yakın tüm alçak tavanlar ve barınma ihtiyacımı karşılayan sıcak yuvam şahidim olsun ki, ben bu hayatta sadece cesur adımlarla ilerlerken kendimi güvende hissediyorum. Durduğu zaman devrilecekmiş hissine kapılan bir taşıt gibiyim. Ayaklarımın hareket etmediği ve yol alamadığım her gün, kendi dizleri üzerine çöküp kalmış bir mahkum gibi kalakaldığımı düşünürüm. Kronik bir karamsarlık değil ama, bana göre asıl umutsuzluk birbirine yaklaşan duvarların arasında kalmak ve ezileceğimi düşünmek. Rahat olun, sonu fobi ile biten hiçbir derneğin üyesi değilim. Bu anlamda kendimde gördüğüm en belirgin şey, kendi yaşam alanımı sonsuz sahiplenişim.  Hiç bir temel yargının piyonu, kimsenin yolunun yoldaşı değilim. Özellikle aklımla ve ruhumla örtüşmeyen her bir müdahaleyi düello kabul eder, gözüm kapalı savaşırım kendi değerlerim için. Yani kısacası korku nedir bilmem ben! Cesareti edimlerken sadece ağaçlarla kaplı dağları ve yağmurdan sonra açan güneşi görmek beni mutlu etmeye yetiyor. Birçoğumuzun ‘’Daha çok para kazanmalıyım’’ ya da ‘’Birkaç gayrimenkul daha’’ şapşallığına girmeden önce, başka şeylerden bahsedelim: Var olan denizi ve ormanları sadece yıllık izinlerde görmek, milyonlarca yıldır evrilen aptallığımızın en büyük göstergesi değil midir? Şair müzisyen Ah Muhsin Ünlü, gerçek ismiyle Onur Ünlü der ki: ‘’Çocuğuna otomobil değil, bir şarkı, bir şiir bırak! Aşağı mahallede gördüm, arabalar eskiyor…’’                     


Bizler ne yapıyoruz peki? Göz göre göre kendimizi hapsettik. İşinden nefret eden milyonlar senede iki hafta olan kontörlü özgürlüklerini, geri kalan elli hafta boyunca iple çekiyor. Daralıyorum, daralıyorsun, daralıyor… İlerleyecek gücümüz varken, olduğumuz yere çakılmış gibiyiz. Ne tuhaf, yaş kemale erip yatağa çakılı olduğum zaman da serbest bırakacaklar! Doktorların peşinden, belinizde sıcak su torbası ve çökmüş bir suratla koşacaksınız. Ve biraz daha yaşamak için yalvaracaksınız önünüze gelene. Kaosun içinde daraldığım zamanlar işte bunlar geliyor aklıma. Sonra birdenbire ova boyunca uzanan yolların ortasında, arabadan inip yavaşça yürürken dünyanın en huzurlu insanı oluyorum. Neredeyse yazdığım tüm yazılarda aynı içe dönüklüğün olması ve belki de bunun sizi bıkıp usandırması, üzgünüm ama istediğim şeyler olana kadar (yani kendimi isyan çıkarmaya ikna edene kadar) devam edecek. Yalnızca kendim için, kendi devrimimi yapacağım.  On sene sonra, ‘’Denedim olmadı, bende böyle yetersiz biriyim işte!’’ deyip sıyrılıvermek hiç bana göre değil. Çalışıyormuş gibi entry girmek, yaşıyormuş gibi günlere tanık olmak ve kendi hayatında bile yancı rolünü bıkıp usanmadan devam ettirmek zaten uysal pısırıkların işi. Ben delilenmeliyim. Yıllık izinlerle, haftanın iki günü tatillerle dinecek gibi değil ruhumun maratonu. Ben bu dünyaya değer katmaya ya da misyon yüklenmeye gelmedim ki… Öldükten sonra hatırlanmak da, ideoloji oluşturmak da umurumda değil. Wikipedia’de bir paragraflık yer tutmak da, ölmeden önce yapmak istediğim yüz şeyden birisi değil. Belime mataramı takıp yollara düşmek, akşama kadar kitap okuyup yazı yazabileceğim bir hayat için kimden izin almam gerekiyor ki?                 


Düşünsenize! Kendini yola verdikten sonra, gerisi kesin gelir. Yol iyidir, kafanıza göre saniyede bir değişir. Mood’umuzun en hızlı güncellenen kaynağıdır; bitmez, boğmaz, uğultu yapmaz; küçük patikalara da bölünür, ana arterlerle de birleşir. Birleştirici? Genellikle kendini pembe hikayelere kaptıranların tarzıdır; yollarının kesişmesini bekler dururlar hayallerindeki kurtarıcı ile. Nedense kurtarılmayı bekleyen zavallı olmayı tercih ederler. Kendi adımları yoktur, birinin gelip onları elinden tutması şarttır. Peki ya gri ise hikaye, acemi ressamın paletindeki kir-pas misali… Bazen en dipten bulup çıkarırsınız onları, bazen de zil çalar etekleri…                       


Benim rengim kızıl mavi, günbatımı değil ama, gün doğumunun şahaneliğine doğru yol almaktayım. Ayvalık’a gittiğim zamanlar en özeli… Karanlıkta yola çıkıp, sahilden çıkıp X Sofrası’na kadar koşmak! Gün doğmadan zirveye ulaşmak ve doğurmak güneşi… KIZIL MAVİ… Zamanı da katarız yükümüze. Yarını dünden ya da yıllar öncesini bugünden ayıran ne o halde? Zaman mı başlı başına? Varlığımızın umurunda mı zaman? E yokluk zaten zamandan soyut değil mi? Off yaa! Yok o soyut, yok bu-şu soyut.. Ne gerek var bütün bunlara? Yol nedir o zaman? Sadece mesafe mi? Yok artık! Cümledeki mekanlar bile başka benliklere bürünüyor, şu satırlar akıp giderken… Bütün süreçler değişir çünkü; başlangıç ve bitişler devingendir. Olur ya, belki yer değiştirir, altını üstüne getiririm işgal altındaki beynimin! Yolu anlamlı kılan tutkudur, böylelikle yol özne olmaktan düşer, artık sadece araçtır. Topoğrafyayı kaplayan o asfalt, uçaklar, kağnılar, bisikletler hepsi ama hepsi yardımcı malzemedir, ekipmandır. O hiç bilmediğimiz öbür uçta olmanın isteğidir, yol almanın ihtirasıdır önümüze serilen kilometre taşları.                   


Duygu kadar naif,                   

Sarılmak kadar derin,                  

Nefes kadar kaçınılmazdır içimizdedir yol…               


HADİ!