Kapalı havaların bu sade ve özentisiz rengi esin kaynağı oluyor insana bazen. Tam da ‘’yazmak mevsimi’’ diyorum kendime kendime. Mesela şu anda, yaz ortalarının Ağustos böceği çığlıkları ile dolu olsaydı dışarısı, kağıt kalemin başına bu kadar iştahlı geçebilir miydim bilemiyorum.  Veya karları indiren baharların coşkusuyla, adını bilmediğim çiçekler sarmış olsaydı etrafı, siz ve ben, burada karşı karşıya gelir miydik şu dakikalarda? Ya da ne bileyim, bir güz manzarasının puslu ve kızıl görkemiyle kamaşırken gözlerimiz, can attığımız tek şey bu satırlarda buluşmak olur muydu sizce? I-ıhhh! Hiç sanmıyorum.                  


Gelin hep birlikte altını çizelim bu soğuk ve ıslak kış gününün! Kulağıma hafiften bir tren ıslığı, boynuma zincirlerini kırmış bir rüzgar çalınıyor şimdi pencereden. Son anlarının tadını çıkarmaya çalışan yaşlı bir kelebek gibi, muazzam keyif alıyorum uzaklara bakmaktan. Kelebeklere ayrıcalık katan şey ne kısacık ömürleri, ne de kanatlarındaki ihtişamdır aslında. Onları gizemli kılan şeyin ne olduğunu hemen söyleyeyim size: ‘’Zıtlıkların uyumu’’ Havanın o serin kapalılığı, güneş oluverir size bazen… İçinize döner, kendi zihinsel boşluğunuz ile tanışırsınız. Ki, zihnin meşgul olmadığı zamanlardaki o dinginliği yakalayabilmek, çok ender rastlanan bir durumdur. Sakın bırakmayın bu içsel yolculuğu; o durgun, devinimsiz ruh halindeyseniz şu an! Tıpkı bir pusula gibi yön bulmamıza yardım edecek olan tek şey, kısa bi süreliğine de olsa, tüm sorunları bir kenara bırakmak ve kendinizle göz göze gelmektir… Sadece kendinizle! Bu bir teslimiyet değil, tam tersine bir karşı koyma durumudur. Kendinizi tüm dış dünyadan kaçırıp dinlenmeye bırakmak isteği, zayıflık veya edilgenlik olarak ele alınamayacağı gibi, bilakis güçlü ve cesur olmayı gerektirir. Kuvvetli adımlar istiyorum! Yollara düşeceğiz şimdi…                  


Daha önce hiçbir yazımda kaleme almamış olmanın mahcubiyetinde olduğum bir kelime var. Epey oldu deneyimleyişim aslında, ama çok da yeterli bulmadım kendimi bundan söz etmek için. Her şeyin bir vakti olduğu gibi, tam da şimdi bundan bahsetmenin zamanı… İspanyolca bir kelime ‘’Vacilando’’ En basit anlamıyla görmek, tanımak, dinlenmek amacıyla geziye çıkan kimse demek. Bizim dilimizde bu imgeyi tek başına karşılayacak bir kelime yok. İmge dememin sebebi ise, bana bir sözcükten çok daha fazlasını çağrışım yapıyor olması. Zihnimin gerçeklik ve düşselliği arasındaki eşikte konumlanmış harikulade bir şekil… Yolculuğu seven kimselere deniyor olsa da  ‘’vacilando’’; bir yere varma deneyiminin, varılacak yerden daha keşfedilesi, daha değerli olduğunu düşünenlerin ortak adı, dünyasıdır. Öyle ki kişi, nereye gitse sığmaz, ait olduğu bir yer yoktur. Hiçbir yerde değildir, ama her yerden de gitmek istiyordur. Yolculuğun bir yere ulaşmaktan daha keyifli, değerli ve heyecan verici olduğunun farkındadır. Varmanın değil, yolda olmanın değerini biliyorsanız gelin benimle!                  


Medeniyetin, uygarlıkların uzantısıdır ‘’yol’’ dediğimiz şey... Tarihteki ilk yollar hayvanlar tarafından kullanılan güzergahlarda kendiliğinden oluşan patikalardı. Daha sonra engebeli, yollarda bile ayak izlerini bıraktı insanoğlu. Patikalardan tutun da, çok şeritli otobanlara kadar yeryüzü insanın hakimiyetine geçti. Bu şekilde oluşmuş ve MÖ 6000 yıllarından kalma yollara, günümüzde hala Jericho yakınlarındaki su kaynakları civarında rastlandığı bilinir. Günümüz Irak’ında bulunan Ur şehrindeki taş döşeli sokaklar ve günümüzü İngiltere’sinin  Glastonbury kasabasındaki kalas döşeli yollar ise MÖ 4000 yıllarına aittir. Ve bunlar yol yapımının en eski örnekleridir. Arnavut kaldırımı söylemini duymayanınız yoktur. Aslında kaldırım değil; desenden bağımsız, belli büyüklükteki taşlarla kaplanmış ve yağmur sularının bu taşlarının arasından akmasına izin verdiği  yoldur bu da; şarkılara, şiirlere, yazılara esin olmuştur. Yolcu değil ama bir yol tutkunu olarak, benim kendi çıkış noktamı sorarsanız; gözümü kapattığımda bile zihnimde ilk canlanan yer, en sevdiğim o antik kentin harabeleri içinden yükselen yoldur. Bir batı köyünün 2 km güneyindeki, Gün Dağı’nın üzerinde ayakta durmaya çalışan surların kucağına, o huzurlu dağ yeline götürür sizi.  İzmir Körfezi’nin güneyine yerleşen İyonların aksine, benimkiler dağa tırmanan yollara teras duvarlar örüp, ayaklar altına sermişler adeta yeryüzünün o eşsiz manzarasını. ‘’Denize kıyısı olamayan kentlerde de mutlu olabilirim’’dir bu. Genzinizi dolduran o deli güzel havayı solurken, bir yandan da gözleriniz bayram eder. Bir fetih nefesindesinizdir artık, başınız gökyüzünün kısrak mavisine değdiğinde… Endamı, bir heykel kaidesinin yazıtlarında onurlandırılmış bir Helen kimliği  ürperiyor içimde, rüzgarın ıslığı saçlarımın dalgasına gömülüp susarken… Önemli olan ne biliyor musunuz? Bir yerde bulunmak değil, bulunduğu yerin bilincinde olmaktır. Aynı şekilde yolda olmak değil, yürümenin bilincinde olmaktır. Yer de, yön de, yol da, adım da bilinçtir. Bir yaşam, bir yönün senin yerin olmayacağını tecrübe etme sürecidir.  İlk adım seninle ilgili, unutma! İster gevezelik deyin, ister ukalalık ya da çok bilmişlik hiç farketmez … Unutmamanız gereken bir şey daha ilave etmeliyim: ‘’Yol’’ iki yer arası değildir, ‘’yer’’, iki yol arasıdır. Özgürlük budur belki de, sürekli bir yersizlik, sürüp giden bir yol… Hiç bir yere ait olmayan, kendine bir yer edinmekten kaçınanların yaşam becerisidir. Beat kuşağı gibi doğaçlama, tutkulu ve konformist olun yol alırken.  Varış noktası belirlemeden çıkın ama!